Modern çağın imparatorluk zulümlerini yaşıyoruz. Bir yandan Gazze, diğer yandan Mescidi Aksa ve Kudüs başta olmak üzere İslam beldeleri ya fiziksel ya da zihinsel işgalin altında zulüm görmeye devam ediyor.
Avrupa'nın yeni çağda modernistleşmesinin arka planında yatan paradigma, dine, İslam'a ve İslam'ın kutsallarına topyekûn savaş anlamını barındırıyor.
Modernizm, eskiyi bırakıp yeniyi getirmek anlamında olan bu kavramın ilginç bir tarihi serüveni vardır.
Bundan beş bin yıl önce İsevilere modernist deniyordu. Putperestliği bırakıp, bir olan Allah'a iman edenler modernist olarak tanıtılıyordu. Eskiyi bırakıp yeniyi getiren anlamında o gün İseviler için kullanılan modernist kavramı bugün putperest Roma imparatorluğuna geri dönüş yapanlar için kullanılmaktadır.
O gün Romanın zulüm dolu put düzenine karşı çıkanlara modernist deniliyordu, bugün ise Tevhit dini İslam'a karşı savaşanlara modernist deniyor.
Rönesans ve reform hareketlerinin ana akımını oluşturan düşünce, dini hayatın içinden koparmak oldu. Sözde Hıristiyanlığa karşı açılan savaş aslında İslam'a açılmış savaştı.
O dönemde kurulan tüm ulus devletlerde kraliyet ailesi ve papalık koruma altına alındı. Hıristiyanlığın ve krallığın sembolik olsa da yönetimde söz sahibi olmasına yer verildi. Ancak aynı durum İslam ülkelerindeki İslami kurumlar ve otorite için söz konusu bile olmadı. Hilafet kaldırıldı. Camilerin kapılarına kilit vuruldu. İslam'ın tüm değerlerine savaş açıldı.
Parçala, böl, yut politikaları devreye sokuldu. Kendine gelemez, paramparça bir ümmet bırakıldı.
İki yüz yıldır yeni dünya düzeni, toplumlara, devletlere huzur getirmedi.
Yeni dünya düzeni ile birlikte iki dünya savaşında yüz milyondan fazla insan öldürüldü, birkaç yüz milyon insan yaralandı. Şehirler tahrip edildi. Birçok devlet bağımlı ve sömürgeye tabi tutuldu. Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombaları atıldı.
İhtilafların, çekişme ve çatışmaların olduğu bir dönemde Filistin işgal edildi.
Bunca katliam ve soykırım suçlarını işleyen Avrupa ve ABD, özgürlük havarisi kesildi.
Kadın hakları, çocuk hakları, sivillerin dokunulmazlığı, halkların kendi kaderini tayin etme hakkının olması; eşitlik, kardeşlik, adalet gibi kavramlar kurtuluş reçetesi olarak sunuldu. Ancak bu kavramların içi boş ve küflü çıktı.
Merkez ve uydu ülkeler paradigması yeni dünya düzeninde hakim güç olarak dayatıldı. ABD ve Avrupa kendini dünyanın merkezine konumlandırırken, diğer ülkelere ise uydu ve bağımlı ülkeler olarak rol biçildi.
Söz konusu hakim paradigmanın sonucu olarak Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi uluslararası ve bölgesel ittifaklar kuruldu. Bu ittifakların içinde yer alan bir elin parmağını geçmeyen birkaç sömürgeci ülke, diğer dünya ülkelerine tahakkümlerini dayattı.
Başta Türkiye olmak üzere birçok ülkeye kültür emperyalizmi dayatıldı. Bölgemizde Şeyh Said'den sonra İslami değerlerden uzaklaşmış, sosyalist hareketler musallat edildi. Türkiye'deki liberal ve sosyalist hareketler ve diğer ülkelerdeki batı menşeli hareketler, modern olabilmek için kendi değerlerine ve inancına savaş açtı. İslam düşmanı batının; müzik, eğlence, çıplaklık, ahlaksızlık, bencilik ve vicdansızlığında aradı. Modern olmanın İslam'a ve değerlerine savaş açarak elde edileceği sevdası aşılandı. Emperyalist devletler, diğer ülkelere yönelik tahakkümlerini sürdürebilmek için birçok kirli oyun sergilediler. Tahakküm altına alamadıkları ülkeleri askeri cuntalarla, darbe ve vesayet odaklarıyla yönettiler. İslam ülkeleri arasında, mezhebi, ırki, etnik kökene dayalı çatışma ortamını alevlendirerek, iç sorunlarına boğulmuş, bir coğrafya oluşturdular.
Türkiye'de yaklaşık 60 yıldır yaşanan terör sorunu, Avrupa'nın, ABD'nin ve diğer emperyal yapıların dayatmış olduğu yanlış reçetelerden kaynaklanmaktadır. Kendi sorunlarımızı kendi değerlerimizle çözemediğimiz için sorunlarımızın içinde boğuşuyoruz.
Geçenlerde terörün sonlandırılması için bir irade ortaya atıldı. Ortaya atılan iradeye ABD, Avrupa ve Kandil'den çatışma, kaos ve iç karışıklık mesajı verildi. TUSAŞ'a saldırıldı, 5 vatandaşımız hayatını kaybetti, 22 vatandaşımız yaralandı.
Bu saldırı, kardeşlik hukukunun sürdürülmesine set olmak için yapılmış, kardeşliğe saldırılmış bir terör saldırısı oldu.
Gelişen olaylar bize gösteriyor ki; çözüm olacaksa sonuca değil, sebeplere inilerek çözüm üretilmelidir.
Kendi öz değerlerimizde çözümü aramalıyız. Kültür, eğitim, kimlik ve değerlerin korunmasında batının dayatmış olduğu tüm paradigmalar bir kenara bırakılarak, kendimize has, inancımıza has ve sosyolojimize has çözümlerle kardeşlik hukukunu tesis etmeliyiz.
Bin yıldan fazladır birlikte yaşayan Türkler ve Kürtler yine birlikte yaşamaya devam edeceklerdir. Selçukludan Osmanlıya, Osmanlıdan ta günümüze kadar kader birliğimiz var. Bu kader birliğini koruyan tüm faktörler yeniden canlandırılmalı, Kürtlerin var olan hakları ve hukukları iade edilmeli, Kürtler de bu ülkenin kurucu unsuru olduğu kabul edilerek, ırkçılık ve ötekileştirme politikalarından uzak yeni bir kardeşlik iklimi hayata geçirilmelidir.
Demem o ki; reçete bizde, batık batıda değil. Geçmişin tecrübeleriyle yeniden birlik, beraberlik ve kardeşlik iklimini inşa ederek, PKK gibi taşeron örgütlerin cirit atmasına müsaade edilmeden doğrularımızı hayata geçirelim.
Kürtlerin var olan hakları Kur'an ve Sünnet ışığında tekrar iade edilirse bu bölgede huzur da olacak, istikrar da olacak, kardeşlik de olacak. Yeter ki sağlam bir irade ortaya atılsın.